Pusu - Berkay Artık

 Zincirler şakırdamayı henüz durdurmuştu. Konur ona en yakın olan pencereden zincirlerin boş olacağını uman bakışlarla kafasını uzattı. Adam bütün tepinmelerine, tekmelemelerine rağmen yolun ortasında zincirlerin tahakkümü altında yatıyordu. Sarışın adamın suratı yerde debelendiği için kum ve çamur içindeydi. Artık takati kalmamış olsa gerek, mücadele etmeyi bırakmıştı. Yerde yatıyor ve sessizce hıçkırarak ağlıyordu. Ağlarken de kendi kendine mırıldanıyordu;


“Ben size bir şey yapmadım.”


Gerçekten suçu neydi? Suçsuz bir adama bunu yapmak nasıl hastalıklı bir zihnin ürünü olabilirdi? 


Zihin hastalıklı değildi belki, şartların gerektirdikleri insaniyet çizgisini aşmayı, normlara ve etik kurallara karşı gelmeyi emrediyordu. İnsanoğlunun en kuvvetli içgüdüsü bütün değer yargılarından daha ağır basmasıyla ünlü değil miydi? Konur da bunu biliyordu. Biliyordu bilmesine ama yine de benliği savunmasız bir adamı kazığa zincirleyerek Sunîlerin insafına bırakmanın ne kadar doğru olduğunu tartma konusunda yetersiz kalıyordu. Doğru olsa da, olmasa da yapılması gereken buydu.Çorbacı da genç doktorun sefalet içinde debelenen adama baktığını görmüştü ve yumuşak bir sesle sordu;

“Kötülük yaptığımızı düşünüyorsun değil mi, doktor?”

Bu soru Konur’u düşüncelerinden aniden çekip almıştı. Açıkçası, iyinin ve kötünün muhakemesini yapmak gittikçe zorlaşmaya, şer ve hayır arasındaki çizgi gittikçe incelmeye başlamıştı. 


“Valla komutanım, yaptıklarımızın ahlâkını tartmaya pek fırsatım olmadı. Yapılması gerekenleri yaptığımıza inanıyorum.”

Komutan dudağını dışa doğru bükerek düşüncelerin rahatsız ettiği kafasını salladı.

Belki doğru değildir ama bunu yapabiliyoruz sadece doktor.

Bu cevaptan sonra Konur’un içi biraz daha rahatladı. Yüzüne boz çalınmış koskoca Yusuf haklıydı, var olma savaşında elden ne gelirse yapmak kabildi. Vicdanındaki yüklerden kurtulunca içi hafifledi. Kafasını biraz daha dağıtmak maksadıyla dördüncü defa cephaneleri ve pusatları kontrol etmeye başladı. Çorbacı, at arabasının tahta oturaklarının altından iki kutu fişek çıkarıp çeteye dağıtmıştı. Bu fişekler daha önce gördüklerine hiç benzemiyordu. Olağanüstü bir parlaklığa sahip fişek; uç kısmında bir çukur ve bu çukurun ortasından baş veren siyah bir silindire sahipti, garnizondaki çarpışmada kullandıkları, habis canavarı yere yıkan fişeklerdendi bunlar. Zırhı ve demiri delmek için üretilmiş grafit göbekli titanyum ceketli fişekler. Hiç böylesini görmemişti doğrusu. Bu bir avuç insandan henüz bilmediği ne tür zımbırtılar keşfedeceğini merak ediyordu. 


Bekleyiş uzadıkça altı kişilik küçük çete huzursuzlanmaya başlamıştı, baskın için heyecanlı, tetik parmakları kaşınan altı kişi, yedinci kişi olan zincirli bedbahtı saatler akıp gittikçe artan bir üzüntü ve sabırsızlıkla izliyorlardı. Ateşi yükselmiş olmalıydı ki titremeye başladı. Babayı ve delikanlıyı o hale getiren şeyin, bakterinin -her ne belaysa- semptomları buydu. Doktor ve diğerleri virüse yakalanmamışlardı. Doktor bununla ilgili beklerken biraz düşünmüştü. Çorbacı’nın da aklına aynı soru düşmüş olacak ki o da büyük bir merakla -belki de beklemenin getirdiği sıkıntı onu söylemeye itmişti.- Bu fenomenin doğasını doktora sordu:

“Söyle bakalım, karşıdaki gariban orada ateşler içinde yatarken biz neden hâlâ ayaktayız?” 


    Doktor hipotezinin doğruluğunu kanıtlayamamıştı, kanıtlaması için pek bir yöntemi ya da aracı da yoktu. Şu anda söyleyeceği her şey Çorbacı ve çete için vecizeydi. 

“Büyük ihtimalle lenf sistemlerimizden dolayı.”

Komutan kaşlarını şaşkınlıkla çattı.


“Nedenmiş o? Bizi beğenmiyor mu yoksa bu geçmişi kandilliler?”

“Hangi gezegende doğduğunuza göre değişir beğenip beğenmemeleri komutanım.”

    Komutanın bu beklenmedik tepkisi sessizce güldürmüştü doktoru. Açıklamasına devam etti:

    “Ben Karakazık doğumluyum, beni beğenmiyorlar. Karakazık’ın mikrofaunası çok zengin ve tehlikelidir. Meselâ İnsan bünyesinde uyku halinde ömür boyu kalabilen Satigolius Morphosa kuluçkadan çıktığı anda bulaşan kişinin ölümü iki saat sürmez, ne zaman uyanacağını da -tabi uyanırsa- kestirmek imkânsız. Bu yalnızca bir örnek, binlercesi, yüz binlercesinden bahsedebilirim. Bu mikrofaunayla baş etmek için lenf sistemimde otomatik olarak dolaşım sistemine aşı salgılayabilen yapılar bulunuyor.”

“Aşılandığımız için mi bu yamyamlar bizi es geçiyor?” diyerek güldü kumandanın yanındaki adamlardan uzun boylu olan. 


    “Hayır erbaş, vücudumuzda bu aşıları üretmek için patojenleri muhafaza ettiğimiz bir kesecik var, büyük ihtimalle hepimizde böbrek üstü bezine bitişik ceviz büyüklüğünde bir biyolojik silah. Gezegenler Birliği’nde bu organı geliştirmeyen tek tük gezegen bulunuyor, bunlardan ikisi: Lastabya ve üzerinde durduğumuz Marya.”

“Yani?” diye sabırsızca sordu adamlardan diğeri.

    “Yanisi; Hepimiz gezegenimizdeki patolojik tehlikeleri buraya getirdik. Vücudumuzun içinde güvende olsalar da herhangi bir zedelenmede dayanıklı mikroplar canlı dokuya saldırabilir. Meselâ bizi yakıt olarak kullanmak isterlerse, benim vücudumdaki ısıya dayanıklı Fursa Adamanti adlı bir mantar enfeksiyonu havaya saçılacak ve biyolojik bütün dokulara altı saat içinde saldırarak hepsini süngerimsi bir maddeye çevirecek.”

    Doktor heyecanlanmıştı, ayağa kalkıp içindeki heyecanı bastıramadığını belli eden jestlerle açıklamasını yapmıştı. Söyledikleri kafasında mantıklı gelmiyordu, anlattıklarının birer züğürt tesellisi olduğundan korkuyordu ama fikirlerini sözlere döktükçe taşlar büyük bir rahatlamayla yerine oturdu.

“Doktor iyi, güzel, hoş diyorsun ama bunlar mekanik. Etten kemikten değiller ki.” Bunu söylerken silahlı muhafızın bedeni kırılmış inançlar ve umutsuzluk yüzünden kambur ve çökmüş bir biçim almıştı. 


“Erbaş, senin de garnizonda gördüğün gibi bana tebelleş olan sefarethane kavası kılıklı varlığın bütün organları mekanik değildi”

    Konur, ellerini normal şartlar altında açık kahverengi, bu olağanüstü durum uyarınca yağdan koyulaşmış saçlarında gezdirdi. Beynini daha fazla destekleyici argüman bulmaya ikna etmeye çalışıyordu sanki. Uzun boylu muhafız haklıydı; Eğer sade metal aksamları üzerinde işlemeye devam etmeleri kabilse, biyolojik bir tehdit onlar için sorun değildi. Üstelik organik dokunun patojenlere ne kadar duyarlı olduğunu da bilmiyordu. Elini saçlarından indirmeden devam etti:

“Üstelik hem ben garnizondan canlı çıkan birkaç kişiden biriyim ve hâlâ sağlıklıyım. Ben bir mühendis değilim ama, bir doktor olarak bunun başka bir açıklaması olduğunu düşünmüyorum beyler.”

Söyledikleri kararlıydı. Kanıtlamayı hiç istemediği bir varsayımı monolitvari bir biçimde savunuyordu.

    Bu sırada Çorbacı Yusuf düşüncelere dalmış, bir eliyle yüzüne yavaş yavaş gümüşi bir renk katmaya başlamış kirli sakalını haşırdatarak kaşıyordu. Gözleri de yerdeki çürük tahtaların üzerinde düşüncelerini çarpıştırıyordu. Gözünü çürük tahtalardan ayırmadan şahsına münhasır fıstıki makamla söze girdi:

“Peki doktor, bu varsayımının doğruluğunu nasıl ölçebiliriz?”

Doktor saçlarını karıştırdığı eli hızlıca yanına indirip yanaklarını şişirerek nefes verdi.

“Gerçekçi olmamı isterseniz, ölçemeyiz.”

Çorbacı’nın yüzü alaycı bir tebessümle yumuşadı:

“Yahu, doktor. Şimdiye kadar gördüklerinin hangisine gerçek diyebilirsin ki?”

“Valla ne yalan söyleyeyim komutanım, biri beni cimciklese garnizondaki yatağımda uykudan sıçrayıp kafamı ranzaya çarpacakmışım gibi geliyor bana hâlâ.” Konur aynı alaycılıkla devam etmişti, fakat Çorbacı’nın kaşları yüzünü çarpıtmış, kısa bir anlığına ortadan kalkan ciddiyet tekrar yumuşak hatların arasından sızarak komutanın yüzüne yerleşmişti.

“Bak gördün mü? Gerçekçiliğin vakti değil oğlum. Ne kadar uçuk fikir varsa anlat. Gök demir yer bakır.”


    Konur kafasını salladı. “Bunu yapabiliyoruz sadece doktor.” Zihnindeki doktor ve asker çatışıyor, biri diğerini alaşağı edemiyordu.

    “Haklısınız komutanım. O zaman uçuk bir planım var.” Bunu söyledikten sonra tek tek odadaki adamların gözlerine baktı. Çoğu, pusuda ettikleri bu muhabbetin vakit geçirici ve sıkıntı giderici yönü yüzünden pür dikkat genç doktoru dinliyordu, pek azı bulundukları müşkülden çıkış yolları olduğuna inanıyordu. 


    “Cerrahi operasyonla birimizin sahip olduğu bezi bedenlerimizden ayırıp, içindeki mikropları kontrollü biçimde yetiştirmemiz gerekiyor. Bunu biyolojik silaha dönüştürmenin mümkün tek yolu bu ama bu fikri uygulayabileceğimi hiç sanmıyorum.” Doktor bunları söylerken mahçup bir şekilde kulağının arkasını kaşıyordu. Nasıl mahçup olmasındı ki zaten? Hayatta kalmak için cehennemin içinden geçmiş adamlara, “Bir şey kanıtlamamız gerekiyor, ameliyat masasına yatıver de ciğerini deşelim.” diyordu. Bu adamların canı iki gün önce beş para etmiyorsa bile şu anda kurtarabildikleri tek şey canlarıydı. Çok konuşan uzun boylu erbaş bu düşünceleri bölerek ukâla bir tavırla sordu:

“Sen zaten doktor değil misin? Bunu da pekâlâ yapabilirsin.”

    Tıbbiyeli Konur böyle bir soru beklemiyordu, ve bunu karşısındaki askerin mizah sanatını icra etme teşebbüsü olduğunu düşündü. Askerin ukalâ tavrından pek hoşlanmamıştı, her ne kadar savaş halinde olsalar da işlerin mecrasında gitmek gerekliydi.

“Öncelikle, erbaş; ben bir sıhhiyeciyim. Harp çıkınca yanında tüfek tutarım, revirde neşter değil. İkincisi, ben bir sıhhiyeci teğmenim ve kumanda zincirinde şu anda ikinci sıradayım, üslubuna çeki düzen ver.”

    Çorbacı adamına dönüp kaşlarını çatarak kafasıyla doktoru işaret etti. Kendisi de uzun süre orduda görev yapmıştı ve üstlerine nasıl davranacağını en iyi o biliyordu. Her ne kadar askerî hayatında amire ve emre itaatsizlik olsa da hiyerarşinin kriz anlarında çok faydalı bir araç olduğunu tecrübe etmişti.

Askeri bakışlarıyla uyardıktan sonra Konur’a dönüp:

“Şimdi sen ortaya bir fikir atıyorsun, ama bu işi yapacak en nitelikli kişi olmana rağmen işe yanaşmıyorsun. Bırakıp gidelim biz de öyleyse.” 


    Konur lafları toparlamaya çalıştı, insanları kesip biçerek deneyler, testler yapmak yüzyıllar önce yasaklanmıştı. Hem kesin olmayan bir varsayıma dayanarak insanların hayatını tehlikeye atmak istemiyordu.

“Komutanım, ben işimi çok iyi yapsam da bu bezin çıkarılması bünyede nasıl bir etki yaratır bilm…”

    Konur cümlesini tamamlayamadan Çorbacı elini dudaklarına götürüp gözlerini fal taşı gibi açtı. Çok ses çıkarmamaya özen göstererek fısıldadı:

“Pisliklerin kokusu burnuma geldi. Büyük ihtimalle deyyuslar dönüyor garnizonu temizlemek için.”

    Çok geçmeden etrafı ince kızıl bir sis kaplamaya başlamıştı. Sisle beraber havadaki küf kokusu tasını tarağını toplayıp gitti, yerine demir ve çürük yumurta kokuları yerleşti. Herkes planlanan yerine geçmek için sessizce hareket ediyordu. Çetedeki çoğunluk, havaya yerleşen iğrenç kokunun taarruzu sonucunda ortaya çıkan öğürme seslerini bastırmaya çalışıyordu fakat bu yalnızca yüzlerini kızartmaya ve boyunlarındaki damarları şişirmeye yarıyordu. Erlerden biri yemedikleri öğlen yemeğini istifra edince, bunu gören iki diğer er de arkalarından koyverdiler. Konur çıkartacak bir şeyi olmadığı için, Çorbacı da belki alışık olduğu için, belki de kokuya duyduğu duygunu iğrenti değil öfke olduğu için hastalık ayinine katılmadı.

    Konvoy havaya uçtuğunda yalnızca kaçanları vurarak destek gelmesini engellemeyi planlamışlardı. Patlamanın konvoyun çoğunu ortadan kaldıracağını, tüfeklerin çalışmasına pek gerek kalmayacağını düşünüyorlardı. Zincire vurulmuş erin ise kurtulması çok düşük bir ihtimaldi. Hem kurtulsa dahi hastalığını tedavi edemeyeceklerini, bu yüzden de pek yaşamaya gönüllü olmayacağını hesap etmişlerdi.

    Sessizlik içinde bekleme başladı. Çorbacı ve Konur caddenin yukarısına -konvoyun geleceği yöne- doğru küçük bir aynadan bakıyordu. Görünüşe göre kıpkırmızı sis kalınlaşmaya başlamıştı. 


    Çok geçmeden kırmızı sis debelenmeye başladı. Tortumsu kızıllık havada dönüyor, spiralleniyor ve arkasından gelmekte olan şeyin önü sıra yer değiştiriyordu. Arkasından gelmekte olanı, acı ve işkence tamtamları çalarak terennüm ediyordu sanki havayı kirleten bu berbat tortu. Sisin perdesinde nelerin gizlendiğini bilmiyorlardı fakat evrensel bir korkunun ve gariz bir bedenin soluyarak, kıpırdayarak, hissederek adeta sisin içinde yüzdüğünü hayal edebiliyorlardı.


    Sisin hareketlerini henüz yorumlamışlardı ki sisi delip geçen garabeti fark ettiler. Zavallılığın ve acizliğin ete kemiğe bürünmüş hali, küçücük bir adam elleri üzerinde sürünüyordu, sis de bu garabetin bütün sefilliğini ortaya sermek ister gibi etrafa saçılıyordu. Sis etrafa saçıldıkça bu garabetin aslında bir yalnız adamcık olmadığı, sıra sıra birkaç adamın elleri üzerinde süründüğü ve bu adamların envaitürlü kablolar ve hortumlarla hâlâ sisin içinde gizlenmiş bilinmeze bağlı olduklarını gördü. Korkunçuğun muazzamlığı gittikçe tırmanıyor, akılların dengesiyle oynuyordu.


    Adamcıklar sürüne sürüne sisin içinden çıktı, çıkmaları pek uzun sürmedi çünkü belden aşağıları zaten yoktu. Bacaklarının olması gereken yerlerde zincirler onları metalden bir kasaya bağlıyordu. Bu adamlar, kağnıya koşulmuş öküzler gibi metal bir kütleyi zayıf bedenleriyle çekiyorlardı. 


    Metal kütle yanındaki adamdan çok demir ve pirinçten imal edilmiş otomatonlara benzeyen muhafızlarla zincirli adama doğru ilerliyordu. Metal kütle tamamiyle sisten çıkınca köşeli bir tabağı ya da bir hamam havuzunu andırıyordu, yüzeyi tamamen yumuşak, fazlasıyla sade ve soğuk görünümlüydü. İnanılmaz bir işçilik ürünü olduğu belliydi. Havuzun içi boştu. İçinde merdivenler olmasına rağmen bu devasa insanlık suçunun içi boştu. Sürünenler zincirli adama yeterince yaklaştığı zaman öndeki garabetlerden biri kulak zarlarını mahvedecek bir feryat koyverdi. O kadar kesif bir feryattı ki göğüslerini delip geçen top güllesi gibi camlarda pusuda bekleyen adamları yere sermişti. 


    İlk toparlanıp kalkabilen çenebaz erbaş olmuştu. Konur’u sarsarak kendine getirmeye çalışıyor, kısmen de başarılı oluyordu. Konur gözlerini açtığında zincir sesleri duyuluyordu. Yalnızca birkaç saniyeliğine kendinden geçmiş, çığlığın hasarından çoğunlukla kurtulmuştu. Kulakları hala o ebedi çığlığı işitiyordu ama sorun değildi. Camdan dışarı baktığında zincirledikleri hastalıklı askerin ayağa kalkmış ve büyük hamam havuzuna doğru yürümeye çalıştığını gördü. Sürekli ayağa kalkıp havuza doğru yürümeye çalışıyor, zincirin uzunluğu tükendiği için her ayağa kalkmasının akabinde tekrar yere kapaklanıyordu, bu manzarayı görenler susuz bir adamın çöldeki vahaya koşmaya çalışmasını anımsardı. Bu yokluğu kovalamaca bir süre böyle gitti.

    Bu korkunçluklar vodvili, ucube gösterisi konvoy, durumu çok geçmeden analiz etti. Havuzu taşıyan koşum insanları havuzu zincirli adama biraz daha yaklaştırdı. Sonra fark etmiş olacaklar ki metal, garnizondaki koşuculardan daha iyi üretilmiş ve belli ki daha aklı başında muhafızlardan biri zincirleri sökmek için usulca kazığa doğru hareket etti. Küçük bir araba ağırlığıyla tetiklenen mayınlardan birinin “tık!” sesi duyuldu. Tık sesinin ardından muhteşem bir infilakla her şey toza ve toprağa bulanmıştı.






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Baskın - Berkay Artık